IRKÇILIK SUÇ DEĞİL MİLLİYETÇİLİK SUÇ

İSTANBUL- Zeliha Eliaçık

Mesut Özil’in Alman milli takımını bıraktığını açıklaması sadece Almanya değil, Türkiye’de de gündemin başlıca maddesi haline geldi. Alman mill takım futbolcuları Mesut Özil ve İlkay Gündoğan’ın Londra’da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’la foroğraf vermesi üzerine futbolculara yönelik lince dönüşen tartışmalar Özil’in, yaşanan bütün süreci değerlendirdiği bir manifesto yayınlayarak milli takımdan ayrılmasıyla son buldu.

Özil’in Alman Futbol Federasyonu’nu ırkçılıkla suçladığı manifestoda yer alan “Kazandığımda Alman, kaybettiğimde Türktüm.” cümlesi tartışmalara damgasını vurdu. Ünlü futbolcunu burada dikkat çektiği, yabancıların günah keçisine dönüştürüldüğü gerçeği, sadece bireysel tecrübeler olarak yaşanmıyor, devlet kurumlarının reflekslerine de yansıyor. 9 yıl önce bıçaklanarak öldürülen Merve El Şerbini vakasında ve 8 Türkün öldüğü NSU cinayetlerinde de görüldüğü gibi ortada bir sorun olduğunda, ırkçı bilinçaltının ”kültürel olarak farklılık gösteren öteki”ni suçlama eğiliminde olduğu görülüyor.

Nitekim NSU cinayetleri davasında, ırkçı çetelerden şüphelenmek yerine kurbanların yakınlarını suçlayan Alman polisinin tavrı ve Mısırlı Merve El Şerbini’nin, davası görüldüğü esnada ırkçı bir Nazi tarafından bıçaklanmasına rağmen mahemede hazır bulunan polisin muhtemel “zanlı “ olarak Mısırlı kadının kocasını vurması da bu tezi doğrular nitelikte.

Özil taraf olmaya zorlandı

Mesut Özil, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ziyareti sonrası başlayan medyatik ve siyasi linç kampanyaları boyunca Almanların ısrarlı taleplerinin aksine suskunluğu tercih etti ve olayı siyasallaştırmadı. Aksine Türkiye Cumhurbaşkanı’nın şahsına ve makamına saygısından dolayı bu ziyareti gerçekleştirdiğini ve hiçbir siyasi saikle hareket etmediğini Alman kamuoyuna açıklamaya çalıştı. Hatta olayı görüşmek için Alman Cumhurbaşkanı Steinmeier başkanlığında gerçekleştirilen zirveye katılarak akabinde Alman değerlerine bağlı olduğunu vurgulayan açıklamalar yaptı. Özil’i milli takımdan ayrılmaya götüren bu süreçte Almanya’nın Dünya Kupası’ndan elenmesi üzerine Almanya Futbol Federasyonu Başkanı (DFB) Reinhard Grindel’in Özil’in futbol performansını eleştiren ifadelerle, yenilgiyi futbolcuya fatura eden imalarının bardağı taşıran son damla olduğunu söylemek mümkün. Özil vakası incelendiğinde esasında futbolcuya Alman kamuoyu tarafından adeta “tarafını seç” diyerek özür dilemesi ve bir açıklama yapması yönünde yoğun baskı uygulandığı görülmektedir. Nitekim Grindel, Alman kamuoyunun Erdoğan’la çekilen fotoroğrafla ilgili Özil’den bir özür beklediğini dile getirmişti. Ünlü futbolcu üzerindeki bu yoğun baskının, oyuncunun göçmen gençler arasındaki popülaritesi ve rol model olarak örneklik teşkil etmesiyle yakından ilgili olduğu açık.

Yabancıların entegrasyonuna ciddi bütçe ayıran Almanya’nın tüm göçmen gençler için bir rol model olan Özil üzerinden aslında tüm göçmenlere bir mesaj vererek ne kadar başarılı ve entegre olsalar da siyaset ve Alman ana akımı tarafından belirlenen bazı “kırmızı çizgileri aşamayacakları” ve bu noktada uyumlu olmalarının beklendiği mesajı verilmek istenmiştir. Bu nedenle Özil’in gösterdiği ve taviz vermektense ırkçı çevreleri ırkçılıkla başbaşa bırakan tutumu gençlere örnek olması bakımından önemlidir. Zira Alman tarihinde din değiştirerek asimile olmayı kabul etmiş Yahudilerin bile, hep talep eden ve bir türlü tatmin olmayan ırkçı ve faşist çevrelerce kendilerine tayin edilen kaderden kaçamadıklarına tarih tanıklık etmektedir.

Ayrımcılık hikayeleri

Alman devleti ve kamuoyun hem Almanya hem Türkiye’ye bağlılık gösteren ve ‘ben ikisiyim’ de diyen göçmenleri bir seçim yapmaya zorlamasının rasyonel bir tavır olmadığı ortadadır. Nitekim Özil’inmilli takımı bırakması ve maruz kaldığı tavırları “ırkçı ve ayrımcı” olarak nitelendirmesi, ülkede yaşayan diğer yabancılara da cesaret vererek yani bir ayrımcılık ve ırkçılık tartışması başlattı. Bu bağlamında ‘me too (ben de)’ hashtagi ile sosyal medyada Almanya’da uğradıkları ırkçı ve ayrımcı uygulamaları ve gündelik hayata yansımalarını anlatan hikayeler paylaşılmaya başladı. Bu hikayeler incelendiğinde Almanya’da yaşayan göçmenlerin ayrımcılık ve ırkçılık tecrübelerinin birbirine benzediği görülmektedir. Bu da ayrımcılığın Almanya’da tesadüfen yaşanan bireysel olaylar değil, yapısal ve kurumsal kökenleri olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Gündelik hayatta yaşanan haksızlıkların dile getirildiği bu hikayelerde göçmenlerin özellikle erken dönem okul yıllarında maruz kaldığı ayrımcılıklar dikkat çekicidir. Bilhassa öğrencilere ufuk açması ve onları teşvik etmesi gereken öğretmenlerin bir kısmının göçmen kökenli öğrencileri öğrenim konusunda teşvik etmek bir yana kasıtlı olarak engelledikleri görülmekte.

Mannheim Üniversitesi tarafından yapılan bir araştıma, Almanya’da yaşayan Türk ve Müslümanların öğrenim süreçlerinde maruz kaldıkları ayrımcı uygulamaların sadece subjektif bir algı ve bir his değil, aksine bir vakıaya işaret ettiğini gösteriyor. Araştırma kapsamında yapılan bir deney, yabancı isimli öğrencilerin diğer öğrencilerle eşit sayıda hata yapmalarına rağmen, genel değerlendirme sonucunda daha düşük not aldığını ortaya koydu. Pedagojik psikoloji kürsüsü tarafından yaş ortalaması 23 olan 204 pedagoji öğrencisinin katılımıyla yapılan araştırmada bir gruptan sekiz yaşındaki “Max” isimli bir çocuğun dilbilgisini ölçmeleri istenirken, diğer öğrencilerden aynı yaştaki 10 “Murat” adlı çocuğun kağıdına not vermeleri talep edildi. İki kağıtta bulunan hata sayısı eşit olmasına rağmen, farazi Türkiye kökenli Murat’ın sınav kağıdına daha düşük not verildiği tespit edildi.

Pek çok yabancının karşılaştığı kurumsal ırkçılığın ne boyutta olduğunu ortaya koyan bu araştırma ve me too etiketiyle paylaşılan ayrımcılık hikayeleri aslında aşırı sağ parti AfD’yi Alman meclisine ve ana muhalefete taşıyan sürecin toplumsal ve kurumsal arka planına işaret ediyor.

Ayrımcılık bir algı değil vakıa

Özil olayı Alman kamuoyunda, Almanya’nın ırkçı bir ülke olarak imajını zedelediği noktasında çok tartışılsa da bundan çok daha önemlisi bu ülkenin vatandaşı olan burada doğmuş, okumuş ve çalışan insanların bu ülkeye duydukları aidiyet hislerinin giderek zayıflamasıdır. Üstelik Avrupa Birliği ve Almanya’nın terör listesinde yer alan terör örgütü PKK’nın rahatça etkinlikler düzenlemesine, bazı gazeteci ve STK yöneticilerinin terör örgütünün üst düzey yöneticileri ile görüşmelerde bulunmalarına Almanya’nın demokratik bir ülke olduğu ve ifade özgürlüğü bulunduğu şeklinde argümanlarla açıklanmasına karşın Özil’e, Cumhurbaşkanı Erdoğanla görüştüğü için teröristlere bile gösterilmeyen bir tepkinin gösterilmiş olması, burada yaşayan Türklerin özel olarak ayrımcılığa uğradıları fikrini güçlendiriyor. Buna ek olarak göçmen kökenli diğer futbolcuların bu yönleri öne çıkarılmaz ya da örneğin eski Milli Takım oyuncusu Lothar Matthäus’un Alman kamuoyunda “dikatatör” olarak lanse edilen Putin’le görüşen Putin’le buluşarak resim çektirmesine ses çıkarılmazken, sadece Özil’e Erdoğan ziyareti dolayısıyla baskı uygulanması bir hakkaniyetsizlik duygusu meydana getirmekte. Türklere ve Türkiye’ye karşı uygulanan bu çifte standart sadece Özil’i değil, tüm Türkiye kökenli göçmenleri rencide ediyor.

Nitekim Duisburg-Essen Üniversitesi’ne bağlı olarak faaliyet gösteren Türkiye Çalışmaları ve Uyum Araştırmaları Vakfı’nın Almanya ve Kuzey Ren Vestfalya’daki “Türkiye Kökenlilerin Kimlik Algısı ve Siyasi Katılımları” başlığını taşıyan raporuna göre, Türkiye kökenliler kendilerini son yıllarda daha güçlü bir şekilde Türkiye’ye ait hissediyor. Araştırmaya katılanların yüzde 61’i kendilerini “çok güçlü” şekilde Türkiye’ye ait hissettiklerini belirtirken, Almanya’ya yönelik aidiyet hissini taşıyanların oranı ise sadece yüzde 38. Araştırmayı yürüten vakfın Başkanı Prof. Dr. Hacı Halil Uslucan, 2012 yılından buna Türkiye’ye ait hissetme eğiliminin artışta olduğunu gözlemlediklerini ifade ederken, özellikle 2016’daki anayasa değişikliği ile ilgili referandumdan sonra bu eğilimin giderek güçlendiğini aktardı. Referandum tartışmaları esnasında Türkiye muhalifi çevrelerin orantısız olarak Türkiye karşı yürüttükleri kampanyalar düşünüldüğünde bu sonuçlar hiç de şaşırtıcı değil. Öte yandan Almanya’da yaşanan ayrımcılık vakaları ile Türkiye kökenlilerinin Türkiye’ye eğilimlerinin artmasında bir paralellik olduğunu kaydeden Uslucan, ayrımcılığın Almanya ile olan bağı zayıflattığına da işaret ediyor. Araştırmanın sonuçlarından biri de katılımcılarının büyük bir çoğunluğunun kendilerini her iki ülkeye de ait hissettiklerini ifade etmeleridir.

Alman İslamı tartışmaları

Almanya Türkiye kökenli göçmeneleri adeta bir taraf olmaya ve iki ülkeden birini seçmeye zorlayarak, Türklerin kültürel kimlikleriyle eşit yurttaşlar olarak kabul gördükleri “hem hem de”ci bir tutum yerine vatanlarıyla kurdukları bağı tehdit olarak algılayan “ya ya da”cı ve ayrıştırıcı bir tavrı tercih ettiği görülmektedir. Bunun göç alan bir ülke olan Almanya için sürdürülebilir ve rasyonel bir siyaset olmadığı açıktır.

Mesut Özil olayının akla getidiği diğer bir soru ise mühendislik ve planlama yetenekleri ile meşhur Alman aklının nasıl olup da olayların ülkeyi hem içeride hem de uluslararası camiada zor duruma düşüren bir noktaya gelebileceğini hesap edemedikleridir Yoksa Almanya’nın başka planları mı var? Alman İçişleri Bakanlık Müsteşarı Markus Kerber’ nın “Müslümanlar İslam’ı yeniden tanımlamalıdırlar. Bu Almanya’ya ait bir İslam olmalıdır.” açıklaması ve son dönemde “Alman İslamı” çerçevesinde yeniden başlatılan tartışmalar Almanya’nın göçmen Türk ve Müslüman nüfusu kültürel olarak dönüştürülmesi gereken bir kitle ve demografik bir sorun olarak gördüğünü açıkça ortaya koymaktadır.

Alman devletinin ülkesindeki etnik ve kültürel farklılıklara yönelik geliştirdiği entegrasyon projesinin kültürel dönüşüm odaklı ve uyum yükünü sadece göçmenlerin ve onların kültürel kimliklerinin üzeirne yıkan tek yanlı bir asimilasyon ve dönüştürme projesi olduğu anlaşılmaktadır. Diğer yandan nisbeten Batı ile uyumlu bir yaşam tarzı sürdüren Özil bile bu tür bir ayrımcılığa maruz kalırken, muhafzakar ve dindar kimlikleri görünür olan diğer göçmen kökenlilerin ne gibi zorluklarla karşılaştıkları ve bu sorunlarla nasıl başa çıkmaya çalıştıkları sorusu akla gelmektedir.

Irkçı hafızanın milliyetçilik yanılgısı

Almanya’nın Yahudi soykırımı -Holokost- tecrübesi sonucunda ırkçı geçmişini yanlış okuyarak “milliyetçilik” ve “vatan” kavramlarına şüpheyle ve aşırı hassasiyetle yaklaştığı ve yine yanlış bir projeksiyonla bunu vatanlarıyla bağını koparmak istemeyen Türklere yansıttığı görülmektedir. Ancak Türklerin Avrupa’da ırkçılık çerçevesinde gelişen “milliyetçilik” fikrinin çok ötesinde bir vatan algısıına sahip oldukları hatırlamak gerekir. Bu noktada Almanya iç istihbarat servisi Anayasayı Koruma Teşkilatı Başkanı Hans-Georg Maassen’ın Avrupalı Türk Demokratlar Birliği’nin (UETD) isitihbari izlenmeye alındığına dair yaptığı açıklamada karara gerekçe olarak bu STK’nın milliyetçi kimliğine vurgu yapması da ırkçı geçmişe sahip Alman hafızasının milliyetçilikle ırkçılığı özdeşleştirdiğini açıkça ortaya koymuştur.

Almanya, Özil’in milli takımı bırakma kararının ardından başlayan ırkçılık ve entegrasyon tartışmalarında kendi kamuoyundan yükselen makul ve ölçülü seslere kulak vermeli ve ırkçılıkla hesaplaşmasını sadece anti-semitizmle mücadeleyle sınırlı tutmamalıdır. Özil olayı sonrası başlayan ırkçılık tartışmaları, samimiyet ve bir vizyon dahilinde yürütülmesi şartıyla, aşırı sağın ve ırkçılığın giderek normalleştiği Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri için köprüden önceki son çıkış olarak nitelendirilebilir.

Ayrımcılık vakaları sosyal medyadan mahkemelere taşınmalı

Türkiye ile ilişkilerdeki gerginliğin azaltılmasına yönelik son dönemde olumlu mesajlar veren veren Almanya, bu ülkede yaşayan ve büyük kısmı Alman vatandaşı olan Türklere karşı da eşitlikçi ve demokratik bir siyaset izleyerek, onları ya Türkiye ya Almanya tercihine zorlamadan, kültürel çoğulculuk ve demokratik haklar çerçevesinde kendi kültürel kimlikleri ile varolabilecekleri yeni bir uyum siyaseti geliştirmelidir.

Olayın diğer tarafında yer alan Türklerin de giderek artan ırkçılıkla nasıl mücadele edeceği noktasında yeni stratejiler ve ırkçılıkla mücedele yolları üzerinde düşünmeleri gerekiyor. İvedelikle hem Alman tarafından ırkçılık karşıtı insaflı grupların hem de Türkiye’nin desteği ile ayrımcılıkla mücadele merkezleri açılmalı, yaşanan ırkçı tecrübeler çay sohbetleri ve sosyal medya hashtaglarinden mahkeme dilekçelerine taşınmalıdır.

[Şarkiyat, Avrupa ve Müslüman toplumlarda azınlıklar, İslamofobi ve Almanya’nın dış siyaseti konularında araştırmalar yapan Zeliha Eliaçık, SETA Avrupa Araştırmaları Direktörlüğü’nde araştırmacı olarak çalışmaktadır]