İKİ DEVİRDE BİR ÂLİM: SEYYİD ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, son asırda hem zahiri din ilimlerini, hem de tasavvufu bir arada öğreten ender şahsiyetlerdendir.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, 1860’ta bugün Van’a bağlı Başkale kasabasında dünyaya geldi. Soyu Hazret-i Hüseyin’e ulaşır. Dedelerinin Bağdad’dan gelerek yerleştikleri bugün Bahçesaray’a bağlı Arvas köyü, asırlar boyu mühim bir ilim merkezi olmuş; İran hududundaki mevkii itibarıyla sapık inançların Anadolu’ya girmesine set çekmiştir.
İlk tahsil ve terbiyesini babasından aldı. Sonra Arvas’ta Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin rahle-i tedrisinde yetişti. 22 yaşında zâhirî ilim icazeti aldı; 28 yaşında iken de hocası kendisini halife tayin etti. Böylece Nakşibendiye, Kâdiriye, Çeştiye, Kübreviye ve Sühreverdiye yolunda mürşid-i kâmil oldu; yani talebe yetiştirip, insanları irşad ederek evliyalık makamlarını kazandırmaya salahiyet kazandı.
Hamidiye Medresesi
Memleketine dönerek kendi parasıyla kurduğu medrese ve tekkede talebe yetiştirmeye başladı. Başta kardeşleri olmak üzere mezunları şarkta müftülük, müderrislik, kadılık vazifeleri aldılar. Bu küçük medresenin faaliyeti, İstanbul’un dikkatini çekti. Sultan Abdülhamid, maddî yardımda bulundu ve ihtiyaç duyulan kitapları yolladı. Buraya artık ”Hamidiye Medresesi” deniyordu.
1898 ve 1908 senelerinde iki defa İstanbul üzerinden yakınları ve talebeleriyle beraber hacca gitti. Rus işgali üzerine 1915 Mayıs’ında ailesiyle beraber her şeyini geride bırakarak yurdundan hicret eden Abdülhakîm Efendi, uzun bir seyahatten sonra 1919 Nisan’ında İstanbul’a geldi. 150 kişilik ailesinin çoğunu açlık ve hastalık tesiriyle yolda kaybetmiş; geriye 20 kişi kalmıştı.
Sultan Vahîdeddin, kendisini Eyüp’te boş bulunan Kaşgarî Dergâhı’na şeyh olarak yerleştirdi; hem de zamanın meşhur hocalarının ders verdiği Medresetü’l-Mütehassısîn adlı yüksek ihtisas medresesine tasavvuf müderrisi tayin etti. Vahdet-i vücud telâkkisinde aynı yolda olmadığı, ama kendisine son derece hürmet ettiği Muhyiddin Arabî hazretlerinin kitaplarından ders verdi. Ders halkası arasında, hocalar, paşalar, hattatlar, şairler, hatta hırkasını çıkarıp müridliğe tâlib olan şeyhler toplandı.
Tarikat İşi
1924’te medreseler; 1925’te de tekkeler kapanınca, şeyhlik faaliyetinde bulunmadı. “Tarikat işi kıyamete kadar bitmiştir. Ancak muhabbet ve muhiblik bâkidir” buyurarak artık tasavvufun pratiklerinden ziyade manevî mirasına sahip çıkılması gerektiğine dikkat çekmiştir…
Vefa Lisesi’nde, din dersleri verdi. Vefatına kadar İstanbul câmilerinde fahrî vaazlara devam etti. Bayezid Câmii’nde çok âlimlerin okutmaktan çekindiği Beydavî Tefsiri’nden ders verip tamamlamak kendisine nasip oldu. Kürsüde, sahabenin üstünlüklerini anlattı; hatta kendisine “Muaviye’nin Avukatı” ismi takıldı.
Hiç siyasete karışmadığı hâlde, yeni devirde devamlı göz hapsinde tutuldu. “Müslüman dine uyar, günah işlemez; kanuna uyar, suç işlemez” buyurarak insanın kendisini tehlikeye atmasının caiz olmadığına işaret ederdi. Ama tavizsiz duruşunu da, hep muhafaza etmiştir.
Arş-ı İlahî’yi Gördüm
Buna rağmen, 1931 senesi ramazan ayında apar topar evinden alınarak Menemen’e götürüldü. Divan-ı Harb’e çıkarıldı. Burada “Sen şeyhmişsin?” sualine, tarihî bir cevap verdi: “Abdülkâdir Geylânî, İmam-ı Rabbânî gibi zâtları kasdediyorsanız, ben onlara hizmetçilik yapmaya bile lâyık değilim. Piyasadaki sahtekârları söylüyorsanız, ben onlara tenezzül etmem!” Bunun üzerine beraat etti ve İstanbul’a döndü.
Abdülhakîm Efendi’nin dine yaptığı hizmet ve etrafında genç ve münevver bir zümrenin teşekkülü, bir gürûhu rahatsız etti. 1943 senesi Eylül’ünde yine bir ramazan günü dergâh polislerce basılarak 83 yaşındaki Abdülhakîm Efendi İzmir’e sürgün edildi; evi mühürlendi; eşyasına el konuldu.
Yolculuk ve havanın tesiriyle hastalandı. Milletvekili olan damadının ısrarlı teşebbüsleri üzerine İzmir’den Ankara’ya gelişine izin verildi. Burada iki hafta kadar sonra, 27 Kasım 1943 günü vefat etti. Son sözleri “Arş-ı ilahîyi gördüm! Ne güzel! Ne güzel!” oldu. Cenazesi asrî mezarlığa konmayarak yakındaki Bağlum kasabasına götürüldü ve burada defnedildi.
Manevî Miras
Abdülhakîm Efendi, tasavvuf pratiği yanında, nazariyatına dair de eser veren nâdir şeyhlerdendir. Tarikat âdâbına dair Râbıta-ı Şerife risâlesi ve tasavvufu anlatan er-Riyâdü’t-Tasavvufiyye (Tasavvuf Bahçeleri) adlı eserleri matbudur. Bunun dışında, mektupları, fetvâları ve sohbetinde tutulan notlar, Sevânihü’l-Efkâr adıyla toplanmış ise de, basılmamıştır. Fıkıh, kelâm, tasavvuf ve siyer meselelerine dair basılmamış risâleleri ve uzun mektupları vardır.
Tanınmış şair Necib Fazıl Kısakürek, Abdülhakîm Efendi’yi tanıdıktan sonra, bambaşka bir istikamet tutmuştur. Kimyager Albay Hüseyin Hilmi Işık Efendi, genç yaşta talebesi olduğu Abdülhakîm Efendi’nin manevî mirasına sahip çıkmış; Her dilde neşredip Türkiye ve dünyaya yaydığı din kitaplarıyla, etrafında Abdülhakîm Efendi’yi seven bir topluluk teşekkül etmiştir.
Hayranı olduğu İmam Rabbânî hazretlerinin Anadolu’da tanınması biraz da onun sayesinde olmuştur. Her fırsatta onu ve Mektubat kitabını övmüş; talebelerine ehemmiyetle tavsiye etmiştir. Tekkesi, Fransız sefirinden, göz tabiplerine kadar zamanın entelektüellerinin ziyaret ettiği; ince meseleler hakkındaki suallerinin cevabını alıp gittikleri feyizli bir mekân olmuştur.
Yeni devirde, medrese ve tekkeler kapatıldıktan sonra bile vaaz ve irşaddan geri durmayarak, doğru dinin öğrenilip yaşanmasında hassasiyet gösteren bir müceddid ve bu yolda hayatını hep sıkıntılarla geçirerek bu şekilde âhirete göçmüş büyük bir mücâhid olarak tanınmıştır.
Ehl-i sünnet hassasiyetinden en ufak bir taviz vermeyip; şeriata uymayı, tasavvufun biricik asli şartı görmüş; ham sofu kaba yobazları ciddiye almadığı gibi, sahte şeyhlerin de foyasını meydana çıkarmıştır. Âlimlere olan hürmet ve muhabbeti biricik sermaye bilmiş; Osmanlıları dine olan hizmetleri sebebiyle her zaman rahmetle anmıştır.
Şu sözler O’nundur:
“Bir vakit namaz üzerimden geçeceğine, Allah bin defa canımı alsın. Bu zamanda hakkıyla namaz kılan, zamanın evliyasıdır.”
“Tasavvuf yolcusuna, üç mühim şart vardır: 1-Resûlullah’ın sünnetine uyup bid’atlerden kaçınmak; 2-Hocasına tam bağlılık; 3-Ehl-i sünnet itikadından kıl ucu kadar ayrılmamak… Bunlara riayet etmeyen, hiçbir şeye kavuşamaz.”
“İslâmiyet ilim üzerine kurulmuştur. İlim olmayınca, hakikî din adamı kalmayınca, İslâmiyet bozulur. Bulut olmayınca, yağmur beklemek, mucize istemek olur. Allahü teâlâ bunu yapabilir. Fakat âdeti böyle değildir.”
“Düşmanlar, İslâm güneşini söndürdü. Hazret-i Mehdî zamanında yeniden doğacak!”
“Taat dolu bir ömür geçirdim. Hiçbir amelime güvenmiyorum. Yarın mahşer gününde, Ya Rabbî, sana lâyık hiç bir amelim yok. Fakat senin düşmanlarına çok düşmanım. Beni bu buğzuma [nefretime] bağışla, de­rim.”
“Küfr, Ceyhun nehri gibi akıyor. İnsanlar da bu sele kapılmış saman çöpleri gibidir. Ancak bir çalıya, bir ağacın kovuğuna tu­tunabilenler kendini kurtarabilir. İşte bu zamanda da ancak bir Allah dostuna rastlayanlar, imanını kurtarabilir.”
“Tasavvuf, ehemmi, mühimme tercih etmektir. [Yani mühim bir işe, daha mühimi tercih etmektir.] Kalbde hakikî imanı hâsıl etmeye yarar. İmanı vicdânîleştirir. Aklî delillerle kuvvetlen­dirilen bir iman, başka aklî delillerle kolayca yıkılır. Çünki zeki insanla­rın aklına gelen şüphelerin sonu yoktur. Her delilin zıddını düşünmek de mümkündür. Ancak iman, sohbette itimat yoluyla sağlam olur.”
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci